DOĞA-TARİH-GEZİ
Turizm
pastası pay edilirken
Adana'ya
Kaç Dilim Düşer ki?
Son yılların en gözde yatırım alanlarından birisi
olarak sivrilen turizm sektörünün ekonomimize kazandırdıkları,
gazete ve televizyon haberleriyle sürekli olarak gözler önüne
serilir, iştahlar arttırılır ve gelecek milyar dolarların sıcaklığı
adına ümitler gaza getirilirken; ülke ekonomisine sağladıkları
katkıların büyüklüğüne rağmen, nedense turizm alanında kendilerinden
beklenen çıkışı bir türlü gerçekleştiremeyen bazı bölgelerin ve
illerin bu konudaki suskunlukları ise oldukça şaşkınlık vericidir.
Ülkemizin hemen her köşesi, binlerce yıldır çok sayıda uygarlığa
ev sahipliği yapıp, pek çok tarihi eser ile süslenmişse de; şüphesiz
ki bazı yöreler, bu zenginliklerden çok daha fazla nasiplenmiş
olmaları nedeniyle, turizm yarışına bir iki adım önde başlamış
durumdadırlar. Ege ve Akdeniz Bölgelerinin, o masmavi sularıyla
köpürüp duran denizlerinin çekiciliğine, yemyeşil dağların temiz
ve serin havasını da katarak ulaştığı vazgeçilmezlikle, doğanın
bin bir renkli çiçekleriyle oya işler gibi süslediği bu cennet
bahçesi alanları gelip geçen her uygarlığın gözlerine afiyetle
sunduğundan, tarih boyunca olduğu gibi bugün de müşterilerinin
çokluğuna fazla şaşırılmıyor belki ama her yer bu kadar şanslı
değil!
Örneğin; turist sayısı ve geliriyle her yıl rekorlar
kırıp duran Ege ve Batı Akdeniz'deki il ve ilçelerin birbiriyle
yarışan o tutkulu tavırları bile, onlardan hiç de aşağı kalmayan
bir tarihi geçmişe sahip olan Mersin ve Adana'yı bir türlü kıskandırmaya
ve atılım yapmaya heveslendirmiyor olmalı ki, bu konudaki sinir
bozucu uyuşuklukları hala sürüp gidiyor. Kültür ve sanat açısından
çok daha renkli ürünler vermiş yöreler olmalarına rağmen, bu illerin
turizm konusunda adeta nal toplar gibi en gerilerden bitkince
yürümeye çalışmaları, asla kabul edilebilir bir durum olarak görünmüyor
sevdalılarına. Üstelik, yabancı turistten önce, kendi dostlarımıza
bile gezdirip, şöyle göğsümüzü gere gere gösterebileceğimiz tarihi
güzelliklerin ortaya çıkarılamayışından üzüntü ve sıkıntı duyan
kent sakinlerine müjdeli haberler de ne zaman ulaşacak bilinmez!
Bundan 20 yıl kadar önce, Antalya kent merkezin-deki, denize
kıyısı olan bir çukur alana üst üste yığıl-mış gibi duran, çoğunun
çatısı çökmüş, bir kısmı yanmış, içinde kimsenin oturmadığı eski
ahşap ev-ler; sağlanan Dünya Bankası kaynaklı bir kredi yardımıyla,
çok değil 2-3 yıl içerisinde restore edile-rek tamamen değişik
bir çehreye kavuşturulmuştu. Sahildeki Yat Limanı ile bütünleşen
bu alanın, iki katlı bembeyaz evleriyle, bugün kentin en çok turist
çeken, pansiyon ve hatıra eşya satış yerleriyle turist kaynayan
bir yer haline gelmesinden duyulan mut-luluk nedeniyle, insan
başka yörelerimizde de bu tür bakım çalışmalarının gerçekleştirilmesini
arzuluyor.
Yine bazı anı kitaplarında özetlendiği gibi; 35-40 yıl kadar
önce adı sanı bilinmeyen bir belde olan ve geleneksel tarım ürünleriyle
geçinip giden Belek kö-yünün, 10-15 km ilerideki Serik-Manavgat
karayo-luna bağlanması için, sanayideki dev atılımlarıyla ileri
görüşlülüğünü ispatlamış olan rahmetli Vehbi Koç'un bu civarda
Almanlarla ortak tatil köyü kur-mak adına epeyce bir uğraşması
ve DPT'den bağ-lantı yolu için izin çıkarılmasından sonradır ki,
bu bölge giderek gelişmiş ve 1980'li yıllardan itibaren de ülkenin
en büyük turistik tesislerine kucak açarak, Alanya ve Kemer'le
birlikte Antalya'nın turizm rekortmenliğinde büyük pay sahibi
olmuştur. Muhteşem görünüşlü otelleri ve geniş golf sahalarıyla
uzun turizm sezonunun bereketinden bolca nasiplenen; son yıllarda
kış süresince kongre turizmi ya da sportif amaçlı konaklamaların
da söz konusu olmasıyla, dört mevsim turizm hareketliliğine sahip
bir bölge haline gelen Antalya yöresinden alınacak çok dersler
olmalı.
İstanbul, Edirne, Bursa ve Konya gibi iller; başkentliğini yaptıkları
uygarlıkların eseri olan ilginç mimari yapılarla dolu olduğundan,
çoğu kere fazla bir şey yapmadan, sadece restorasyonlarla durumu
idare edip, bol miktarda turist çekebilmekte. Ancak Antalya ve
Adana gibi iller ise; tüm cazibelerine rağmen, en azından kent
merkezi söz konusu olduğunda, bu tür tarihi miraslar bakımından
fazla zengin sayılmazlar. O zaman da, Antalya örneğinde olduğu
gibi, kente egzotik bir hava veren eski yerleşim alanlarındaki
sıradan yapıların aslına sadık kalınarak restore ettirilmesi ve
turizmin hizmetine sunulması en iyi çözüm yolu olarak görünüyor.
Diğer büyük kentlerimizde olduğu gibi Adana da, yüksek binaların
üst katlarından seyredildiğinde; modern hayatın gereği olarak
içerisinde yaşamak-tan gurur duyduğumuz beton binaların, birbiri
üze-rine binmiş canavarlar gibi göründüğünü, dar cadde ve sokaklarda
hüküm süren trafik sıkışıklıklarının kentlilerin kendi boğazlarına
doladıkları bir kement olduğunu irkilerek fark ediyor insan. Hemen
her yerde görülebilen sıradanlıktaki ve yabancı turist için aslında
hiçbir cazibesi de olmayan bu modern surların kapladığı alanlarda
turizm adına ne bulunabilir ki ? Eskinin, o zarif ve en haşmetlisi
iki üç katlı evlerden oluşan tarihi miras konumundaki mahalleleri
ise, dev gökdelenlerin cüssesinden ürkmüş biçimde, yıkılmalarını
dört gözle bekleyen uyanıkların nazarlarından kurtulmaya çalışarak
gün saymaya devam ediyorlar sanki.
Oysa Adana'da, hemen Seyhan nehri kıyısındaki dev bir höyüğün
üzerini kaplayan Tepebağ mahallesindeki boyası dökülmüş, yorgun
ve bakımsız ama şirin evlerin; “bizleri kurtarın, yenileyip turizme
kazandırarak kentin havasına güzellik, ekonomisine bereket katın”
diyen feryatlarına kulak kabartmak gerekir. Gözler önünde adeta
bir mum gibi eriyip giden bu eski yapıların feryatlarını duyan
mı yok, yoksa bunları umursamayıp aksine “yıkılsalar da bu mezbeleliklerden
kurtulsak” niyeti mi söz konusudur, bilinmez. Ancak birkaç tanesi
yıkıldığında ya da yangınlara kurban gittiğinde, medyatik protestolara
başvuran konu uzmanı şehir planlamacıları veya mimarlardan ise,
nedense olay öncelerinde hiç ses seda çıkmaz.
Biraz fotoğraf merakı olan, hele biraz da sanattan ve estetikten
haberli biri için, Adana'nın bu eski ama her bir sokağı farklı
tatlar sunan mahallesinde hoşça vakitler geçirerek zevk almak
mümkündür. Ara sıra ildeki yabancıların uğrayıp fotoğrafladıkları
bu sokaklarda dolaşırken, bakımsızlıktan tükenmeye başlayan bu
tarihi dokunun başına gelenlere üzülmek kadar, bu bölgenin yeniden
ayağa kaldırılması ve turizme kazandırılması için neler yapılabilir
diye de düşünmeden edemiyor insan. Eh, bolca para pul sahibi olamayanlar
için de, yapılabilecek en iyi yardım şekli, fikirler üretmek ve
bol keseden akıllar vermek değil midir zaten? O halde, bu çorbaya
bir tutam tuz da bizden olsun!
Şu Tepebağ'ın bakımsızlıktan dağa dönüşmüş haline nasıl çeki
düzen verilebilir ki? Başta Atatürk Evi olmak üzere, şimdilik
sadece 3-4 şanslı evin restore edilmiş, güzelce boyanıp gençleştirilmiş
halini görünce, tüm semtin aynı şekilde bakımdan geçirilmesini,
Antalya örneğinde olduğu gibi, belki yurt dışı kaynaklı bir yardımla
kısa sürede buraların yenilenmesini arzuluyor insan. Kişilerin
evlerini tek tek restore ettirmesi istenen başarıyı getiremeyebilir.
Bu yüzden tarihi dokunun tamamını birbiriyle uyumlu renk ve işlevleriyle
düşünerek, toptan elden geçirmek gerekli. Bu evlerin çoğunun pansiyon
haline getirilmesi, zaten orta hallilerinin ülkemize akın ettiği
turistler için de, düşük maliyet yönüyle daha uygun bir seçenek
olacaktır.
Pencerelerinden sarkan rengarenk çiçeklerin bahçeye
döndürdüğü evlerden oluşan dar sokakların aralarına, masa ve sandalyeleri
serpiştirilmiş minik restoran ve pastanelerin, halı ve kilim örneklerinin
sergilendiği dükkanların, bu bakım geçirmiş evlerin alt katlarında
yan yana dizildiğini hayal etmek; köşe başlarında sokak ressamlarının,
simitçilerin, çiçekçilerin tablalarıyla bu dokuyu tamamladıkları
bir renk cümbüşünü gözlerde canlandırmak bile ne mutluluk verici
bir tablo oluşturuyor.
Tepebağ dışında, tarihi Taşköprü'nün de araç trafiğine kapatılarak,
üstünde yer verilecek küçük büfelerde el işi ürünlerin satışının
yapılacağı, köprü boyunca dizilecek banklarda insanların dinlenebileceği,
köprü korkuluklarından rengarenk çiçeklerin nehrin sularına doğru
sarkıtılacağı bir görüntü de, Paris, Budapeşte ya da Viyana benzeri
bir güzelliğin kazanılmasını sağlayacaktır. “Bu yoğun trafiğe
bu haliyle bile çözüm bulunamazken, Taşköprü'nün devre dışı kalacağı
bir formülü ileri sürmek ne kadar akılcı olabilir ki? ”denirse
eğer, Prag örneğinde olduğu gibi, kent içinden geçen nehirler
üzerinde sık aralıklarla inşa edilen çok sayıdaki köprülerin varlığı
hatırlatılabilir. Romalılardan bu yana 2 bin yıldır kahrımızı
çeken bu yaşlı köprünün de bir nefes alam zamanıdır artık ve su
içinde kalan ayaklarından kayıp gitmeye yatkın taşlara da biraz
onarım fırsatı verilebilir bu sayede belki, kim bilir?
Daha önceki yazılarımda da konu ettiğim gibi; Adana'yı gece gündüz
yukarılardan seyredebilmek için, Seyhan Nehri kıyısında, belki
Sabancı Merkez Cami karşısındaki alanda inşa edilecek, Ankara'daki
Atakule benzeri bir kuleye de ihtiyacı var, sularla dans etmeyi
seven bu sıcak yüzlü kentin. Başka öneriler de sıralanabilir ama
öncelikle, özel girişimcilerin ve dış kaynaklı kredilerin devreye
sokulacağı bir turizm yatırımıyla, Tepebağ mahallesinin yenilenip,
şirin bir çehreye kazandırılması gereklidir. Belki ancak ondan
sonra, Adana olarak turizm pastasından daha büyük dilimleri hak
etme ve isteme hakkı doğabilir.
|
DOĞA-TARİH-GEZİ
>>
Turizm
pastasından Adana'ya kaç dilim düşer ki?
/ Ahmet Nedim Nazlıcan
ANA
SAYFAYA DÖN
Yazı
ve Fotoğraflar;
A. Nedim NAZLICAN
Yüksek Ziraat Mühendisi
|