ARAŞTIRMA
Zir. Yük. Müh. Ahmet Nedim Nazlıcan
annazlican@yahoo.com
Doğa
çılgınlığın eline tutsak düşerken
Transgenik Ürünler
Kader mi?
Doğrusu, insanın bazen isyan edesi geliyor! Bu nasıl
bir gidiştir? Bu ne boşverci, neme lazımcı, bize bir şey olmazcı
bir tutumdur? Anlamak kolay değil, bu körlüğü! Emanet aldığımız
yerkürenin başına, özellikle son 30-40 yılda getirdiğimiz felaketlerin
bedelini kendi günlük yaşantımızda bile türlü olumsuzluklarla
ödemekten hala bıkmadık mı? Tarih boyunca insanoğlu, birtakım
keşifleri ve buluşları hep, macera tutkunu insanların çılgınlık
boyutundaki arayışları, çırpınışları ve mücadeleleriyle elde etmiştir.
Ancak, o çılgınların ana hedefi; keşfetmek, öğrenmek, yaşamak
ve insanlığa hizmet etmekti. Dolayısıyla yerküreye karşı herhangi
bir zarar verme durumu söz konusu değildi.
Oysa, günümüzde öyle mi ya? Şimdiki çılgınlar, doğa anayı üzüp
ağlatıyor, dünyanın aklını başından alıyor; yakıyor, yıkıyor,
kısa günün karı olarak öne sürdükleri pek çok teknolojik gelişmenin
bedelini, sadece bugünü yaşayanlara değil, gelecek kuşaklara da
acı içinde çektirmekten çekinmiyorlar. Kendi yaşadıkları gezegenin
yavaş yavaş mahvolmasını bile kayıtsızlıkla karşılayıp, hatta
Neronvari bir acımasızlıkla seyredenler de yine aynı insanlar
üstelik. Sonra da kalkıp, kıyametten korktuklarını sayıklıyorlar.
Bu ne ikiyüzlülükse!
Çocukluğumuzdan beri ailelerimizin öğrettiği insanlık
tarihinden süzülmüş doğrular ve eğitim hayatı boyunca aldığımız
doğa sevgisi yönlü bilgiler nedeniyle, çevremize zarar vermeden
yaşamaya çalışmanın yorgunluğuna, kötü niyetlilerin bozduğu doğanın
yüklediği stresi de ekleyerek yaşamaya çalışıyoruz. Hiçbir şeyi
dert etmeden, gününü gün ederek yaşamanın keyfini çıkaran boşvercilerin
geniş sabırlarına da hayıflanıp durarak ...
Son yılların yükselen belası (değeri veya modası demeye dilim
varmıyor nedense) olarak nitelendirilebilecek olan transgenik
yani genetik yapısı değiştirilmiş ürünler konusu da aynı çağrışımları
yaptırmaya yetiyor, hassas yüreklere. Transgenik ürünler teknolojisinin,
Cengiz Hanın gaddar ordularına benzer bir yıkıcılıkla hücum ettiği
bitkiler dünyasında, el atmadığı bir bitki grubu kalmayacak bu
gidişle. Karaları basan su kütlesi gibi, üzerinde yaşanacak yer
bırakmadan kaplayıp gidiyor doğal hayatın üzerini, insafsızca.
Sanki bizler de, ağzı var dili yok, olacaklara seyirci kalmaya
mahkum, zavallı kader kurbanlarıyız.
Ne münasebet! Kim demiş herkes teslim olacak diye?
Bilimin yolu aydınlıktır dendiyse, korku filmlerinin ünlü karakteri
Dr. Frankenstein gibi çılgınların her yaptığına da teslim olunacak
değil ya! Batılıların Franky Gıdalar dediği bu tür genetik değişikliğe
uğramış ürünlerin esiri olmak zorunda mıyız? Bizim büyük gelecek
vaat eden, doğa dostu ekolojik ürün felsefemize ne olmuş ki? Bilimin
ucube ruhlu transgeniği varsa, doğanın da ekolojik ürünler adında
bir sevgilisi var, bu da bize yetmez mi? Bilimin ruhuna saygı
duyalım ama uzak dursun bizden bilimkeşlik !
Ünlü Amerikalı şair ve yazar Ella Wheeler Wilcox'un (1850-1919)
dediği gibi; “İsyan edilmesi gereken yerde, susma günahını işlemek;
insanlardan ancak korkaklar üretir!” Peki o halde, “kim korkar
bu vicdansız teknoloji mantığından” diye sormamak olur mu? Gıdalarımızı
canavarlaştıran, bizleri en doğal hakkımız olan beslenme konusunda
bile ürküterek, yediklerimizden şüpheye düşer bir hale getiren,
teknolojinin bu obur ve acımasız yüzüne karşı haykıracak bir şeylerimiz
yok mu? Tabii ki var ve bu Jaws kılıklı teknolojiye teslim emek,
kıyamet koşucularının yanına saf dizilmekten başka bir şey olamaz
zaten.
Bu hararetli girişe niye ihtiyaç duydum ? Aslında, suya sabuna
dokunmayan; kimseyi kızdırmadan, protesto etmeden, hoşgörülü ve
denenip ispatlanmış iddialara yer veren bir bakış açısıyla dizilmiş
bilimsel yazılar yazmak daha az baş ağrıtıcı olabilirdi. Ama insan
bazen, içini dökmek, feryadını haykırmak ve belki gerçekleri yüzlere
vurmak için biraz olsun bu bilimsel kalıbın dışına çıkma ihtiyacı
duyuyor. Hararetli yazılar da ancak bu tip bir düşünceyle söz
konusu olabiliyor zaten. Yine de asıl konuya gelmek ve daha önce
bu sayfalarda iki kez genişçe değindiğim, genetik değişikliğe
uğramış ürünler konusuna yeniden girmek arzusundayım.
Pek çok dergi ya da gazetenin son aylarda sıkça değindiği transgenik
ürünlerle ilgili gelişmeler aslında bir çok insanı ürkütmüş durumda.
Zaten yüzlerce katkı maddesini isteği dışında, hazır ürünlerin
içerisinde yiyor olmaktan sıkıntılı ve hatta çeşitli alerjilerle
cebelleşip duran insanımızın; ilaç ve hormon kalıntılarıyla bunalan
düşünceleri, şimdilerde daha bir karamsarlıkla dolu. Niye? Çünkü,
teknolojinin yeni dayatması olarak karşımıza dikilen ve genetiği
değiştirilerek çok vazgeçilmez bir şeymiş gibi piyasaya sunulan,
daha doğrusu şimdilik gizli kapaklı bir şekilde bizlere yedirilmeye
çalışılan gıda ürünlerinin varlığıyla pek çok insanın yüreğine
korku salınmış durumda.
Kim hangi keskin bilimsel gerekliliği öne sürerse sürsün, aklıma
hep; Marmara depreminde denizin doldurulduğu yerlerde evleri mezara
dönen insanların ölüme yenik düşmüş beden görüntüleriyle, doğanın
geçici olarak verdiği yerleri sonunda nasıl da unutmadan su baskınıyla
geri aldığının ibretlik örnekleri geliyor. Milyonlarca yılda oluşan
doğal dengeyle oynayan her el, sonuçta mutlaka istenmeyen bir
olumsuzluğa neden oluyor. Nasıl ki, binlerce yılın imbiğinden
süzüle süzüle mutlak doğruya ulaşmış anlamıyla atasözleri, pek
çok konuya dört dörtlük bir örnek oluşturarak çözüm oluyorsa,
doğa ürünlerinin de işte böyle bir oturmuş sistemi var.
Onunla keyfi oynamalar yapmak, zevk için değişiklikler yapmak,
kim bilir geleceğimize hangi kötü senaryoların eklenmesine neden
oluyordur. Peki, kimin buna hakkı var? Daha çok para kazanma uğruna
geleceğimizi karartan bu tür teknolojik gelişmelere, körü körüne
hayranlıklarla kapılıp, hemen teslim olmak mı daha akılcıdır yoksa
bilimin genel kuralları içerisinde, iyice araştırılıp, gerekli
denemeler yapıldıktan ve yan etkileri en düşük düzeye indirildikten
sonra kabullenmeye yanaşmak mı?
Gelecek sayıda da bu konuya değinmek istediğimden, transgenik
ürünler konusunda yayınlanmış değişik yazılardan alıntılar yaparak,
konunun daha iyi anlaşılmasını sağlamak ve hatta dergimizin geçmiş
sayılarında yayınlanan bazı transgenik sempatizanı yazılara da
eleştiriler getirmek yoluyla, konunun dergimiz sayfalarında da
karşılıklı tartışılmasını sağlamak istiyorum. Kendi yazdıklarımın
da, transgenik tutkunlarınca eleştirilmesine hoşgörü ile bakabileceğime
inanarak ...
Bu tür ürünlerin gerekliliğini savunanların, en fazla sarıldıkları
dal; yeryüzündeki aç insanların ya da yeterince beslenemeyen toplulukların
varlığı olduğundan, sanki transgenik ürünler çok daha verimliymiş
de, dünya üretimindeki açığı bu yolla kapatmayı başarabileceklermiş
gibi, hararetli iddialarda bulunuyorlar. Ancak, yapılan alan denemelerinin
böyle bir verim üstünlüğünü haklı çıkarmadığı da, yine aynı gelişmiş
ülkelerde hatta ABD'de yapılan çalışmalarla ortaya konmakta. Zaten
10-12 yıllık bir geçmişi olan bu yeni teknolojinin gerçek yüzü,
önümüzdeki yıllarda daha iyi ortaya çıkacaktır.
Üstelik, bazı ürünlerde % 60-70 seviyesine ulaşmış olan transgenik
ürün oranı ile, niye şu anda açlık çeken milyonların derdine çare
bulunamıyor oluşu da oldukça garip bir durumdur. Afrika içlerinde
açlıktan kırılan kitlelerin bu ürünleri alacak parası mı var da
almıyorlar ? Zaten paraları olsaydı hiç aç mı kalırlardı ? Dünyanın
tüm yüzeyini ürünle kaplasanız, ne faydası var bu fakir ülkelere
ve onların zavallı insanlarına! Transgenik üretim tabii ki kader
değildir ama görünen o ki, açlık o insanların kaderi olmuştur
Yabancı otlar ve böceklerle mücadele ederek verim kayıplarını
önlemek, doğal olarak verim değerlerini ve elde edilen geliri
arttıracaktır. Ama bu sonuç, klasik metotlarla yapılan mücadeleyle
de sağlanmıyor mu ? Üstelik, transgenik üretimde, örneğin yabancı
otla mücadele konusundaki yoğun ilaçlamalar zorunluluğuyla çevre
kirliliği bakımından daha yüksek riskleri de beraberinde getirerek.
Bir diğer konu da kalite açısından sağlanan kolaylıklarmış! Daha
sağlam, daha dayanıklı ürünler ortaya konacak, başka bitki ve
hayvanlardan elde edilen üstün özellikteki genlerin aktarılmasıyla
sıcağa, soğuğa ve tuzluluğa karşı daha dayanıklı ürünler elde
edilecekmiş. Olabilir! Bu çabalar, klasik metotlarla da sürdürülüyor
uzun yıllardır. Ama doğaya zarar vermeden ve yüreklere şüphe bulutları
yüklenmeden...
Üstelik, bugüne kadar doğal tekniklerle yürütülen
çalışmalarda epeyce de yol alındı ve hemen her üründe verim, kalite
ve dayanıklılığı arttırma konularında pek çok gelişme sağlandı.
Ama bu her zaman olumlu bir sonuç verdi mi ki, daha fazlasını
isteyelim! Örneğin; pazarlanması aşamasında zorluklar çıkardığı
ve kolayca patlayıp bozulduğu için domateste kalın kabukluluğa
karşı yaratılan talep gereği geliştirilen o yusyuvarlak ve kalın
kabuklu ama pembemsi kırmızı renkteki suyu kıtlaşmış domatesleri
koklayın önce bir; sonra da, kenarda köşede kalmış, yayla veya
köy çeşidi olarak pazara yansıyan eğri büğrü ama kan kırmızısı
renkte, ince kabuklu ve bol etli, bol sulu, mis gibi domates kokan
ürünleri koklayın bakalım, fark hemen ortaya çıkıveriyor.
Talep yüksek olunca bilimsel çalışmalar, geniş kitleleri doyurabilmek
ve üretilen ürünleri en uzaklara bile rahatça ulaştırabilmek için
farklı kalite kriterlerini öne çekebiliyor tabii ki, ama kimsenin
de bunu bir kurtuluş reçetesi gibi sunmaya hakkı olmamalı. Bir
şeyler kazanılırken, karşılığında da bir şeylerin feda edildiği
unutulmamalı. Malum, fizikteki bileşik kaplar kanunu öyle emrediyor
beyinlere. Durdurulamayan noktadaki insan nüfusunu karşılayabilmek
için bilimin zorla girdiği bu kavşakta, kaliteden fire vererek
yaklaşılan son, damak tadına atılan kezzaptır, bu aslında tat
ve lezzet dünyasının iflasıdır belki de.
Gelinen bu noktada, çaresizliğin acısından sıyrılıp, biraz sabırlı
ve sağduyulu davranmak en iyisi yine de. Aç gözlü teknolojinin
aceleci ve bitirim metotlarına hemen teslim olmadan, tartışarak,
her yeniliği hemen alıp benimsemek yerine, haklılığı ve doğruluğu
iyice tescillendikten sonra kabullenmeye yanaşmak ve en önemlisi
de; doğada her şeyin bir alternatifinin bulunacağını bilerek,
hiçbir bilimsel zorlamanın kaderimiz gereği olmadığına inanmak
gerekiyor. Tıpkı, bütün yayılmışlıkları ve geçerliliklerine rağmen,
örneğin; silaha, şiddete ve sigaraya karşı inatla karşı çıkanların
ruhlarına sinen, haklı çıkma mutluluğunu yaşamak gibi!
|
|